İnsanlık sizlere minnettar…

Doktorlar, sağlık çalışanları doğduğum ilk günden bu yana hayatımın merkezinde. Sadece sağlık personeli de değil, kırıkçı, çıkıkçı, mahallemizin gönüllü iğne yapan komşuları…

Dünyaya geldiğimde annem komaya girmiş. Kars’ın dondurucu soğuğunun hüküm sürdüğü 1977 yılının 25 Şubat akşamında dünyaya gelmişim. 2 aya yakın süren tedavi sürecinde adı Kars’ın Arpaçay ilçesinde bir caddeye de verilen Dr. İbrahim Gökçe’ye borçluyuz annemin bugün yaşıyor olmasını… Ruhu şad olsun…

ZİYAN OLMASIN DİYE KARDEŞİME YAPILAN VİTAMİN İĞNESİNİ BANA DA YAPTILAR

Benden 5 yaş küçük kardeşime vitamin iğnesi yazmıştı doktor. İlk okuldayım, vitaminin dozu kardeşim için fazla olduğunda ziyan olmasın diye bir ay boyunca bana da yapıldı. Şimdiki gibi tek kullanımlık iğneler yaygın değildi o zamanlar. Komşumuz İmdat amca, o meşhur iğnesini metal kapta kaynatır, önce Uygar’a geri kalanı da bana enjekte ederdi. Uygar iğne öncesi de sonrası da anneme az çektirmedi, benim ise gıkım çıkmazdı, abiydim sonuçta, yakışık almazdı. Rahmetli İmdat amca da ücret almazdı…

Sol bileğimin üzerine düşmüştüm. Hemen doktora götürdüler, röntgen çekildi, kolum alçıya da alındı demek isterdim hayır öyle olmadı. Sınıkçı derler bizimkiler, kırık, çıkık oldu mu hemen başvurulan tanıdıklar olurdu. Kolum yanlış hatırlamıyorsam yumurta akıyla ve değişik karışımlarla iki tahta arasında bir nevi alçıya alındı. Çatlamıştı bileğim, 2 hafta dikkat etmem gerekiyordu. 10 gün dayanabilmiştim top oynamamaya. 10 gün top oynamamak büyük bir imtihandı benim için. Çatlayan bileğim tam iyileşmek üzereyken, arkadaşın yaptığı ortaya vole vurma gafletim pahalıya mal oldu. Havadayken kolum aklıma gelse de çok geçti artık…

Çocukken sık sık hastalanırdım. Haylaz bir çocuktum. Terli terli soğuk su içmelerin, yemek seçmelerimin de etkisi büyüktü elbette. Yıllarca penisilin iğnesi yapıldı. Bilen bilir, oldukça can yakar penisilin. Ama eli öyle hafif hemşire ablalar tanıdım ki hissetmezdim bile.

En büyük hayalim Fenerbahçe’de top oynamaktı. Çok ayakkabı eskittim, babamdan çok fırça yedim. Kendimden yaşça büyük abiler takıma alırlardı iyi top oynadığım için. Tabi yediğim tekmeler yüzünden bacaklarım mosmor olurdu. Annemden kafama az sabun kalıbı yemedim. Annelerimiz yıkardı belli bir yaşa kadar bizi, morluklar da burada ele verirdi kendisini.

Derslerde hep başarılıydım, ödevlerimi aksatmaz, takdirnameleri kaçırmazdım, ‘top oynamak derslerine engel oluyor’ deyip topuma karışmasınlar diye. Dedirtmedim de…

Lise 2’ye geçtiğimde babam emekli olmuş biz de Yalova’ya taşınmıştık. Hemen mahallemizdeki kulübe yazıldım. Seçmelere kabul edilmem 5 dakikamı almadı, tekniğim çok iyiydi, her iki ayağımı da kullanabiliyordum ve bu büyük bir avantajdı.

Hayallerime adım adım yaklaşıyordum. Beşiktaş’ın alt yapısında oynama fırsatı geçmişti elime. Beşiktaş’ta kendimi gösterir gerekirse Fenerbahçe’de ücret almadan oynardım, para her şey demek değildi o zamanlar.

DİZİM ŞİŞMİŞ HAYALLERİM SÖNMÜŞTÜ

 Taa ki sol dizim bir gün aniden şişene kadar. Yalova, Bursa, Kartal Devlet hastanelerini dolaştık tek tek. Yook, teşhis konulamıyordu. En sevdiğim oyuncağımdan yani topumdan mahrum kaldığım yıllar. 16-17 yaşlarında hayallerine çok yaklaşmışken, yürüyemeyecek duruma gelmiştim. Kabullenmesi güç olsa da hakikat ortadaydı, futbolcu olamayacaktım galiba. Galiba diyordum çünkü açık bir kapı bırakmalıydım, gencecik ruhum kaldıramazdı mutlak bir olumsuzluğu.

Meslek lisesinde elektronik bölümüne yazılma gafletinde bulunsak da üniversiteyi kazanmak zorundaydım. İlk yıl isteğim gibi geçmedi üniversiteye giriş sınavım. Aklım hala futbol için işliyordu. Girebileceğim bölümler olsa da tercihte bulunmadım. Sözel bölümden girmeye karar verdim ertesi yıl. Sağlığım da gün geçtikçe kötüye gidiyordu. O zamanki adlarıyla gerek ÖSS’den gerekse ÖYS’den çok iyi puan almıştım. Lisedeki başarı puanım da eklenince iyi üniversitelerden önemli bölümlere girebiliyordum. Puanlar belli olduktan sonra tercih yapılıyordu bizim dönemde. İstediğim üniversiteden hukuk, kamu yönetimi gibi bölümlere girebilecekken, hakim, savcı ya da kaymakam olma ihtimalini değil de İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünü tercih ettim ve kazandım da.

GAZETECİLİĞİ SEÇTİM, ÇÜNKÜ…

Futbolcu olamadım bari maçlara gideyim diye gazeteciliği ve İstanbul’u tercih etmiştim.

Hastalığım beni acınası hale getirmişti. Yürümekte zorlanmanın yanı sıra ataklar geldiğinde parmaklarımı bile kullanamıyordum. Basın ve spor dersinin sınavı vardı, ısrar ettim sınava gireceğim diye, arkadaşlar kolları arasında sınavın yapıldığı kata çıkardılar beni. 3 soruluk basit bir sınavı canım yana yana, kalem tutmayı yeni yeni kavrayan ilk okul çocukları gibi çirkin bir yazıyla tamamlamıştım.

Sınavın hemen ardından beni üniversitemize bağlı bulunan kliniğe götürdü arkadaşlarım. Öğleden sonraki sınava girecek takatim de kalmamıştı zaten. Durumun ciddiyetine binaen ambulansla Çapa Tıp Fakültesi’ne sevk edildim.

Sevil hocayı bulun dedi acildeki tecrübeli doktor. Minyon tipli, lise talebesi görünümünde kocaman gözlüklü, Sevil Hoca’yı ilk kez o gün gördüm. Sesi de incecik, içimden ‘vay arkadaş bu kız mı beni tedavi edecek’ dedim. Ayıp ettim. Yıllaaar sonra itiraf ettim kendisine.

Evet o kız, uzun tetkiklerin ardından önce teşhisi koydu, ardından tedavi etti, ‘tedavin iyiye gidiyor iş bulamazsan lütfen ihmal etme, mesai bitiminden sonra gelirsin olmadı ben seni yine tedavi ederim. Tahliller pahalı, yaptıramazsam o konuda yardımcı olurum’ dedi.

Çeyrek asrı geçen süreçte, dediklerinden fazlasını yaptı Sevil abla. Bugün sağlığıma kavuştuysam, hayalleri suya düşmüş bir genç olarak bunalıma girip hayatıma son vermemişsem bunu Prof. Dr. Sevil Kamalı gibi, Dr. İbrahim Gökçe gibi mesleklerine aşık tabiplere borçluyum.

İLK KUTLAMA İSTANBUL İŞGALİNİ PROTESTOYA SAHNE OLMUŞ

Gelelim asıl meseleye. Hayatımı anlatmak için kaleme almadım bu yazıyı.

Bugün Tıp Bayramı. 196 yıllık geçmişi var. İlk kutlama, 1919 yılının 14 Mart’ında işgal altındaki İstanbul’da gerçekleşiyor. O gün, tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Hikmet Boran’ın önderliğinde, tıp okulu öğrencileri işgali protesto için toplanmış ve onlara devrin ünlü doktorları da destek veriyor. Böylece tıp bayramı, tıp mesleği mensuplarının yurt savunma hareketi olarak başlıyor bir yönüyle.

Birinci Dünya savaşı boyunca 765 tıp öğrencisinden 346’sı, 1915’te 1. Sınıf öğrencilerinin tamamı şehit düştü. 1921’de Mekteb-i Tıbbbiye-i Şahane, öğrencileri şehit olduğu için mezun veremedi.

10 SAĞLIKÇI’DAN 8’İ BORÇLA YAŞIYOR

Peki kıymeti bilinmiyor mu sağlık çalışanlarımızın. Doktorlar için ‘Gidiyorlarsa gitsinler’ anlayışının hüküm ferma olduğu bir memlekette yeterince değer verildiğini kim iddia edebilir ki? Yandaş, yalaka tayfayı bir kenara bırakıyorum elbette.

Ekonomik sorunları büyüyen sağlıkçılar haklı olarak gelecek endişesi taşıyor. Yapılan araştırmalar, gündelik yaşamını borçla sürdüren sağlık çalışanlarının oranının yüzde 81’e çıktığını gözler önüne seriyor.

ŞİDDET, BASKI, YILDIRMA, MOBİNG

Sağlık personelinin önemli bir bölümünün şiddet, baskı, yıldır­ma, mobbing ve liyakatsizlik ile karşı karşıya kaldığını gösteren araştırmalar, her 10 sağlıkçıdan 3’ünün deprem bölgesinde gö­nüllü çalışma için başvurduğu­nu bunlardan sadece 1’ine izin verildiğini de ortaya koydu.

ÇALIŞMA KOŞULLARI

Sağlık emekçilerinin ağır ve kötü çalışma koşullarının aci­len düzeltilmesi, tüm sağ­lık emekçilerini kapsayacak kademeli ek gösterge artışı yapılması, sabit ve performans ödemesi gibi sağlık çalışanlarının mağduriyetine sebep olan, çalışma barışını bozan uygulamalara son verilmesi talep edilse de iktidar bu beklentileri yıllardır görmezden geliyor. Sağlıkta şiddeti önleyecek etkili bir şiddet yasası­nın çıkarılması, deprem bölgesinde çalışan sağlıkçıların çalışma koşul­larının iyileştirilmesi ve çift maaş ödenmesi gibi çağrılara mevcut iktidarın kulak asmayacağı da aşikar.

İNSANLIK SİZLERE MİNNETTAR

İktidarlar gelip geçer ancak dünyanın her zaman hekimlere ihtiyacı var. ‘Türk Tabipler Birliği kapatılsın’ diyen, ‘hükümet istifa’ şeklinde tempo tuttu diye maçlar seyircisiz oynansın isteyen anlayış, yeterince önlem alınmadığı için binlerce cana mal olan deprem felaketinden ders çıkarmayan, ders çıkarmak bir yana tepki gösteren vatandaşa ayar çekmeye çalışan nadanlar, zulme sessiz kalanlar, haksızlığa göz yumanlar, tarih sayfasından silinip gidecekler eninde sonunda. O gün geldiğinde, haksızlığa boyun eğmeyenlerin de bayramı olacak. 14 Mart’ın yanına bir de 14 Mayıs’ı ekleriz belki de… İnşallah dediğinizi duyar gibiyim.

Bugün hala top oynayabiliyorsam, spora olan tutkum ilk günkü gibi taptazeyse, hayata umutla bakabiliyorsam bunları sağlık emekçilerine borçluyum. 17 Ağustos 1999 depreminde gözümün önünde ölümüne şahit olduğum bir yaralıyı kurtarmak için canhıraş koşturmalarınızı aradan 24 yıl geçse de unutamadım.

GÖNÜLLERİ BİR KEZ DAHA FETHETTİNİZ

6 Şubat depremlerinde, bir canı kurtarmak için cansiperane duruşunuz gönülleri bir kez daha fethetti. Bahtınıza gönüllerin tahtına kurulmak düştü. Bedhahlara ise gönül yıkıp iki cihanda bedbaht olmak… Tarih sayısız örnekleriyle dolu…

Sağlığıma kavuşmamda emeği geçen dostlar başta olmak üzere sağlık çalışanlarının değerli emekçileri için seslendirdiğim, Dr. Hüsrev Çetin’in ‘Siz’ adlı nefis şiirinin linki paylaşmak istedim okuyucularımla.

SİZ – Şiir Dr. Hüsrev Çetin – 18.09.2020 İzmir – Seslendiren: Hüseyin Şuekinci

İnsanlık sizlere minnettar… İnsan denilince hatra gelenler en azından… Tüm sağlık emekçilerinin 14 Mart Tıp Bayramı kutlu olsun.

Diğer Haberler ⤵
Yorum Bırakın
mersin escortmersin escort